Dünyayı endüstri-politik üzerinden okuma zamanı

Küreselleşmeyi, yeryüzünde ulaştığı boyut, sağladığı zihinsel ve endüstriyel dönüşüm ve verimlilik bakımından faydalı bulanlar az değil fakat azınlıkta. Onun dünya toplumlarına refahtan çok yoksulluk getirdiğini, istihdam ve ücret kaybının, açlığın ve göçlerin temel sebebi olduğunu düşünenler ise çoğunlukta. Dolar milyarderlerinin “Biz bu kadar parayı hak etmek için ne yaptık?” deyişverişleri, servet ve gelir dağılımındaki uçurumun bu yıl Davos Zirvesi’nin ana başlıklardan biri oluverişi; hızla artan mutsuzluk kadar, huzur ve barış içinde yaşanılacak bir dünya hayalinin yitmekte oluşundan. Küreselci liderlere yapılan “köşene çekil” çağrıları, küresel şirketlerin yerelleşme gayretleri hep ikinci bir dünya olmayışından; yani korkudan… 

Öte yandan insanlar, toplumlar, kurumlar, sektörler, ülkeler o kadar hızlı bir iletişim ve etkileşim içine girdi ki, süreci geri döndürmek bir yana, yavaşlatmak dahi mümkün görünmüyor. Kimse köşesine çekilip, kendi yağıyla kavrulamıyor. Dünya o kadar küçüldü ki, insandan insana atlayan bir organik virüs, elektronik ağları kullanan bir bilgisayar virüsü hızıyla yayılabiliyor. Birçok ülkeye uygulanmakta olan ekonomik yaptırımlar ve ambargoları bir nevi karantinaya benzetiversek, siyasal sınırların yerini karantinaların alabileceği bir gelecek tasavvuru pekala mümkün hale geliyor.

Sermaye Çin’e bile bile sıkıştı

Çin küreselleşmiş makine imalatçılarının ana üretim üssü; dünyanın en büyük ihracatçısı. Markaların orta teknolojili üretimlerinin neredeyse tamamını üstlenmiş durumda. 430 milyar dolarlık makine ihraç ediyor, makine dış ticaretinden 230 milyar dolar fazla yaratıyor. En büyük müşterisi ABD’ye makinelerinin dörtte birinden fazlasını satıyor. AB’ye yaptığı ihracatın payı yüzde 20. Hong Kong, Japonya, Güney Kore ve Singapur üzerinden pazarladığı makinelerin payı da yüzde 23. Bunların içinde komponent ve aramalı yüklü miktarlarda. İthalatının yarısını Japonya, Almanya ve Güney Kore’den yapıyor; bunlardan ileri teknolojili makineler alıyor.

Çin’in ihracatı içinde yabancı sermayeli firmaların payı ise yüzde 49,9. Alman Makine Federasyonu VDMA’nın verilerine göre, Çin tek başına dünya makine imalatının yüzde 33’ünü yapıyor; Avrupa’nın payı yüzde 32, ABD’nin payı yüzde 13. Makine dallarının hemen hepsinde bu üç üretim merkezinin entegrasyonu öne çıkıyor.

Virüs Küreselleşmenin Zaafını Açık Etti

Çin, 2030 stratejilerinde makine sektörünü yıllık yüzde 7,5 ortalama ile büyütmeyi, yeterince sermaye çekemeyen alanlarını koruma altına almayı hedeflemiş ve ileri teknolojili makine imalatında yabancı ortak payını yüzde 50 ile sınırlamıştı. Yani yerine razı gelmeyeceğini agresif bir dille belli etmiş, yüksek teknolojili makinelerin üretiminde de söz sahibi olmak iddiasını ortaya koymuştu.

Dünya bugün, küreselleşme sürecinin en büyük faydası olarak gösterilen uluslararası tedarik zincirlerinin zaafıyla yüzleşiyor; muhtemelen çaresizliği ile de yüzleşmek zorunda kalacak. Çin’de yaptırdıkları imalatı bütün dünyaya pazarlayan sayısız küresel marka, tedavisi ne vakit bulunacağı bilinmeyen bir virüsün kurbanı durumunda. Mamuller, yarı mamuller, komponent ve hammaddeler insanların evlerine kapanmak zorunda kaldıkları bölgelerde çakılı kalırken, Çinli ateşeler, bütün dünyada yayınladıkları açıklamalarla, virüsün aslında kamuoyunun gündemine getirildiği kadar korkutucu olmadığını, öldürücü etkisinin SARS’ın beşte biri, H1N1’in onda biri, MERS’in yirmide biri kadar olduğunu dile getiriyor. Fakat psikolojik travma, Çin’e ve ticaret ortaklarına dalga dalga yayılıyor.

Türkiye konuya fevkalade ölçülü ve soğukkanlı yaklaşıyor

Makine deyince, öylesine iç içe geçmiş, entegre olmuş bir üretim ve dış ticaret alanından bahsediyoruz ki, bu oyuncuların her herhangi birinde ortaya çıkacak bir menfi durum, diğerlerini derhal ve derinden etkiliyor. Nitekim korumacı politikaların ve teknoloji savaşlarının tedarik zincirleri üzerindeki etkileri hissedilir hale gelmişti. Çin’in 2030’da dünyanın en büyük ekonomisi olacağı hesapları, bütün dengeleri değiştirmişti. Dünya zaten bir süredir, üretimin ana merkezler arasında daha dengeli dağılacağı bir döneme geçişin yollarını arıyor, korumacı politikaların yerlileşme-yerelleşme hedefini bir fırsat olarak değerlendiriyordu. Belki de bu sebeple, can kayıpları ile ilgili taziyeleri bir kenara koyarsak, ilk günlerde dünya basınında yer alan açıklamaların büyük kısmı bu musibetin küresel ekonomi ve refahta yol açacağı hasardan çok, bu çaresizlikten hangi ülke ne kadar yararlanır meselesine odaklıydı.

Değişen bir şeyin, her şeyi değiştireceği bir ekosistemde, iklim değişikliği, açlık, göçler, savaşlar gibi insanlık trajedilerine dahi kayıtsız kalabilmiş kişi veya toplumların, fırsatçı ve faydacı yaklaşımlarını yadırgayabilir miyiz? Bu tavrı, günümüz dünyasında gayri insani veya ahlaki bulabilir miyiz? Şaşırabilir miyiz? Hal böyleyken ve IMF raporları Çin ekonomisindeki bir daralmanın sadece Türkiye’nin ekonomisine fayda sağlayacağını gösteriyor iken, resmi makamlarımızın ve basınımızın konuya fevkalade ölçülü ve soğukkanlı yaklaşmış olmalarını memnuniyetle karşılamalıyız.

Çin aynı Çin olmadığına göre…

Bütün dünya üç dört hafta öncesine kadar; küresel markaların pek çoğunun Çin’deki faaliyetlerini askıya alması ve Asya’dan geri çekilme planları yapmaları, sürecin hangi ülkelere doğrudan yatırım olanağı sağlayacağı, siparişlerin teslim sürelerinin belirsiz hale gelmesinin stoklu çalışan firmalara avantajları, Mayıs’a kadar yapılması planlanan 14 büyük fuarın ertelenmesinin, yeni siparişlerde fuar ülkelerine kalıcı bir üstünlük sağlayıp sağlamayacağı gibi konularla meşgulken, şimdi bambaşka bir evreye girdik.

Bütün merak, Doğu’nun başına gelen bir belanın Batı’nın yeniden yükselmesine evrilip evrilmeyeceği hakkındayken, Almanya’nın önde gelen iki virüs otoritesi Robert-Koch Enstitüsü ve Berlin Charite Hastanesi’nin “Covid-19 pandemiktir” tespitinden sonra, aslında devasa bir insanlık sorunu ile karşı karşıya bulunduğumuz nihayet anlaşıldı. Artık ilk hedef yayılma hızını düşürerek aşı için vakit kazanmak. Kitlesel bütün etkinlikler öteleniyor; fuar ülkeleri İtalya ve Almanya dahi bundan nasiplerini alıyor. AB Parlamentosu birleşimlerini erteliyor, okullar tatil ediliyor, Umre durduruluyor, büyük şirketler personeline seyahat etmeme özgürlüğü tanıyor.

Virüs yine virüs ama dünya aynı dünya, Çin aynı Çin değil. SARS’tan Covid-19’a 17 yıl geçmiş; Çin’in dünya mal ticaretinden aldığı pay yüzde 6’dan yüzde 16’ya, GSYH’den aldığı pay yüzde 4’den yüzde 17’ye yükselmiş. İleri bağlantısı, yani tedarik zincirlerine nüfuziyeti yüzde 10’dan yüzde 20’ye çıkarken, geri bağlantısı, yani ihracat için ithalat gereksinimi yüzde 50’den yüzde 25’e düşmüş. Dünya içinde bir ayrı dünya olmuş bu ülkenin herhangi bir sorunu endemik kalabilir mi?

Bu sürecin asıl mağduru kim olacak?

İlk defa karşılaşmadığımız bu beladan imalatın geneli için nihayet bir ders çıkar mı bilemeyiz ama gidişattan çok ve derinden etkilenecek, bu sebeple de yeniden konumlanma stratejilerini erkene çekecek sektörlerden biri makine imalatı olacaktır.

Yatırım ve faaliyet ortamı elverişli olan ülkeler, yani pazarı büyük, insan kaynağı geniş, kayıt dışı oranları ihmal edilebilir seviyede olan, piyasası denetim ve gözetim altında, sermayenin, fikri mülkiyet haklarının, evrensel norm ve değerlerin güvence altında olduğu ülkeler küresel makine imalatının yeniden pay edilmesinde ummadıkları roller üstleneceklerdir. Bu işin nihai ya da asıl mağdurları ise, bütün yumurtalarını aynı sepete koyanlar değil, dünyayı endüstri-politik üzerinden okuyamayanlar olacaktır.